+90 (212) 347 24 25

Benim de anlatacaklarım var!

Beşiktaş çarşısının ve ona can veren esnafının ortaya çıkış tarihini, elbette burada ilk yerleşimin filizlendiği asırlara kadar götürmek mümkün. Ancak aşağı yukarı günümüzdeki sınırları içinde türlü üretim ve ticaret faaliyetlerinin örgütlü biçimde bir araya gelişini ve bölgenin bir “çarşı” hüviyeti kazanmasını 19. yüzyıla tarihlendirmek daha doğru gibi. Saltanatın Topkapı Sarayı’ndan ayrılıp Beşiktaş Sarayı’nı kullanmaya başlaması, ardından Dolmabahçe, Çırağan, Yıldız Sarayları ile onların çevresindeki gündelik yaşamın hareketliliği, bölgedeki kültürel ve ticari faaliyetleri hızlandırmış, büyük ölçüde bugünkü Sinanpaşa mahallesi içinde kalan çarşının gelişimini tetiklemiş olmalı.

“Beşiktaş çarşısı” deyince günümüzde yaygın olarak akla gelen alanın, sahil tarafında Beşiktaş Caddesi, batıda Şair Nedim Caddesi, doğuda Barbaros Bulvarı, kuzeyde ise Abbasağa ve Türkali mahallelerine doğru uzanan yollar arasında kaldığı söylenebilir. Sınırları, hem sokak ve caddelerin hem de dükkanlarla evlerin yerleşim düzenine göre kendiliğinden çizilmiş olan çarşının herhangi bir kapısı, ana ve yan girişleri, çatısı veya açılış-kapalı saati olduğu düşünülmemeli. Bunlar, çarşı esnafıyla onların müşterileri ve komşuları arasındaki alışveriş ilişkisine göre kendiliğinden belirlenen ve zaman içinde uygulanagelen dinamikler. Zira burası, fırınından kasabına, balıkçısından terzisine, kunduracısından eczacısına, berberinden çiçekçisine kadar tam anlamıyla bir semt çarşısı. İçinde asırlık dükkanlar da var, irili ufaklı pasajlar da, seyyar satıcılar da.

En iyisi, Beşiktaş çarşısının geçtiğimiz yüzyılına tanıklık eden birkaç Beşiktaşlının buraya ilişkin gözlemlerine kulak vermek. Belki de aradan geçen yıllarda çarşıda nelerin değişip, nelerin aynı kaldığı bu şekilde daha kolay tasavvur edilebilir. Çarşının 1897’deki görünümünü, çocukluk yıllarında buradaki bir fırında çalışan yazar Hagop Mintzuri’nin anılarından dinleyelim:

“…1897’nin Beşiktaş’ını anlatıyorum. O günlerde, şimdiki Barbaros Meydanı’nda Sinan Paşa Camisi var. Oradan, göz kararıyla fırının, çarşının, dükkânların yerini tespit edebiliyorum: Şurada fırının tezgâhı yükseliyordu; ben buraya ekmekleri dizerdim. Tezgâhın altında Azbıderli Musa Çavuş’un kahvehanesi vardı. Sarı yün arabasıyla iner, çıkar, çay ve kahve dağıtırdı. Bitişiğindeki sandık büyüklüğünde dükkânda, Hüseynikli nar gibi kırmızı yanaklı Mustafa Ağa ile yeğeni Yusuf, bağdaş kurup ince çöpleri keserek aynı boya getirir, süpürge bağlarlardı. Yusuf, süpürgeleri omzuna alıp buradan götürürdü semtlere. Beşiktaş, Ortaköy semtlerine, ‘süpürgeci’ diye bağırarak. Evet, Karamanlı usta Yorgi’nin bakkal dükkânı da tam şuradaydı. Sabun, zeytinyağı, zeytin satardı. Dar ve uzun masada da soğan ayıklar, maydanozu, ciğeri, soğanı doğrar, unlar, tuzlar ve unlu kanlı parmaklarıyla yanındaki ateş dolu maltızdan bozma bir mangalda yağı yakıp ciğerleri kızartırdı. Kâğıt kadar ince tabaklarda, müşterilerine kırk paraya ciğer servisi yapardı. Kapları yıkamazdı. Yiyenler ekmeğin içiyle öyle bir silerdi ki bir iz bile kalmazdı. Bitişiği İşkodralı Abidin Bey’in kasap dükkânıydı. Cüce çoban Şipka ‘cıngıl… cungul… cıngıl…’ zil sesleriyle koyunları dışarı çıkarır, otlatmaya götürürdü. Zeynel, müşteri olmadığı zamanlar, kasap bıçaklarını bilerdi. İşkodralı Arnavut beylerin zenginliği ile iftihar eder; ‘Yetmiş kaşık, yetmiş çanak sahipleridirler, o kadar adama her gün yemek verirler…’ der, o kadar yüksek sesle bağırırdı ki sokaktan geçenler duyarlar, dururlardı. Onların bitişiğinde ise Makedonyalı Lazo Curo’nun, Petru Marko’nun sebzeci dükkânı. Büyükdere’de, Bahçeköy’de bahçeleri vardı. Oradan katırlarla geceleri sebze getirirdi. Sabahları erken saatlerde duyardım: ‘cangılı, cangılı, cangılı…’ nasıl da ahenkli çalardı! Bana, Giresun vadilerinin tepelerinden geçen kervanları anımsatırlardı. Fırının tam karşısında camiyle birleşip bir köşe oluşturan yer, Arnavut şerbetçi Cafer Ağa’nın dükkânıydı. Önündeki mermerin üstünde her mevsim şerbet olurdu. Mecidiyeköyü’nde bir karlığı vardı. Yazın da her gün sepetlerle kar gelirdi dükkânın bodrumuna; şerbetler ve dondurma için…”

Filmi biraz daha ileri sarıp 1930’lar geldiğimizde, bu defa Beşiktaşlı şairlerden Sabahattin Kudret Aksal’a kulak verebiliriz. Aksal, arkadaşı Cahit Sıtkı Tarancı’yı ilk kez gördüğü 1938 yazında, belleğinde kalan çarşıyı şöyle tasvir ediyor:

“Çocukluğumuzun mahallelerini, sokaklarını o gün için çok olağan buluruz, ama uzun bir zaman geçtikten sonra görürüz ki onlar masalsı bir kimliğe bürünüvermişlerdir. Şimdi uzaktan bakıyorum da, Cahit Sıtkı'yı ilk gördüğüm 1938 ilkyazının bir akşamında Beşiktaş çarşısı bana öyle görünüyor. O gecenin Beşiktaş çarşı meydanından bende kalan izlenim yoğun bir aydınlıktır. Balıkçıların, manavların, sebze ve meyva tezgahlarının kümelendiği çarşı meydanı, loş köşelerden, sokak aralarından bakılınca bol ışıklı bir tiyatro sahnesi gibiydi. Kuşkusuz bu aydınlık ne sokak lambalarıyla, ne de vitrinlerden yansıyan ışıklarla sağlanmıştı. Satıcılar, dükkanlarının önünde, tezgahlarında yaktıkları sayısız mumla, karpit lambalarıyla çarşının gecesini gündüze çevirmişlerdi. Bir de oracıkta, kapısıyla camları açık, dar, uzun bir meyhane. Dışarıya, sokağın ortasına dek insanın içini bayıltan bir anason kokusu vuruyordu. Uzaktan vuran bu anason kokusunu çocukluğumdan beri sevmiştim. Rakıların baygın kokusu on metre öteden duyulurdu. Rakılar daha bozulmamıştı. Daha sonra, bir bozulma döneminin başladığını Oktay Akbal bir kitabının adıyla ne güzel vurgulayacaktı: önce ekmekler bozuldu. Cahit Sıtkı, meyhanenin önünde durmuş, çarşı meydanına bakıyordu. Kışı kapalı yerlerde geçirmekten usanmış, ilkyazın o yağmur sonraları ılıklığında oyalanıyor olmalıydı.”

Sıra, başka bir Beşiktaşlı, Ayşe Sarısayın’da. 60’lı yılların çarşısından aklında esnafı ve komşuluk ilişkilerini, yazarın kendi kaleminden okuyalım:

Kamburun Bahçesi’nden sonra Orgun Kundura’yı ve Ömer Lütfü’lerin giysi mağazasını da arkamızda bırakıyoruz. (…) Hiçbir yere sapmadan dümdüz devam ediyoruz. Ortabahçe Caddesi’nin Ihlamurdere Caddesi’ne evrildiği yer, tam olarak neresi? Eskiden dere yatağı olan cadde, kıvrılarak uzanıyor içerilere doğru. Caddenin sol tarafında, sineklerin içeri girmesini engellemek için kapısına rengarenk boncuklar asan ve her gidişimizde yanağımdan makas almayı unutmayan Fikret amcanın dükkanını ve Ihlamur Pasajı’nı görünce, eve yaklaştığımızı anlıyorum. Pasajın karşısındaki sokaktan sağa sapıyoruz. Solumuzda tuzlu halkalarıyla ünlü Oktay Kurabiye Fırını. Evde hazırlanan tepsi börekleri, pişirilmek üzere buraya getiriliyor.”

Beşiktaş çarşısıyla ilgili bitip tükenmeyecek anılara, 2018’de hayata gözlerini yuman çarşının meşhur “Kaymakçı Pando’su”, yani Pandelli Shestakof’un, Rita Ender’e anlattığı anılarından bir bölümle burada son verelim:

“Bu dükkan aşağı yukarı 200 senelik. Dedelerimiz açtı, sonra amcam ile babam devam ettiler. Onlar rahmetli oldu, amcaoğlu ile biz beraber aldık, o da rahmetli oldu. Amcaoğlu biraz yaramazdı, oyun (kumar) oynardı, işi çabuk bıraktı. Ben burada yalnızım. Arka sokakta doğdum ben, buraya çocukluğumuzdan beri gelip gidiyordum zaten. (…) Bu dükkan hiç değişmedi, hep böyleydi. Yalnız eskiden bol bol yoğurt yapıyorduk. Arkada bir arsa vardı, o arsa şimdi satıldı, üzerine bina yaptılar. O arsada süt kaynama yeri vardı; yoğurt yapma yeri, kaymak yapma yeri vardı. Bölüm bölümdü, süt, yoğurt, kaymak. (…) Beşiktaş da çok değişti. Değişiyor, her gün değişiyor. Hep iş yeri oldu. İş yeri olduğu için ikametgah yok, belediye müsaade etmiyor. Daha evvel vardı. Değirmen vardı, değirmene kadar binalar vardı ama ondan ötesi bostandı.”

Beşiktaş’ta doğup büyüyen ya da hayatında en azından birkaç defa Beşiktaş’a yolu düşen herkesin kendine göre bir çarşısı oldu. Her Beşiktaşlı bu çarşısının farklı bir dönemine tanıklık etti. Kimileri kuşaklar boyu ekmeğini aynı fırından aldı, kimileri aynı hamamda yıkandı, aynı berbere veya aynı terziye gidip geldi. Çarşının esnafı yıllar içinde değişse de, Beşiktaş’ın çarşısı mekânsal ve kültürel olarak değişen dünyaya karşı direnmeyi başardı. Alışveriş merkezlerinin ve süpermarketlerin hegemonyası karşısında, 2020’lerde hâlâ aynı yerinde, aynı renklilik ve hareketlilik içinde yaşamayı sürdürüyor.

Ayşe Sarısayın, Beşiktaş Yollar ya da Anılar Boyunca, 2. bs. (İstanbul: Heyamola Yayınları, 2010), 31-32.
Hagop Mintzuri, İstanbul Anıları (1807-1940) çev. Silva Kuyumcuyan (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2008).
Rita Ender, “Kolay Gelsin” – Meslekler ve Mekanlar, 3. bs. (İstanbul: İletişim Yayınları, 2017).
Sabahattin Kudret Aksal, Geçmişle Gelecek, 2. bs. (İstanbul: Çağdaş Yayınları, 1987), 174-175.
Mualla Mezhepoğlu’yla 15 Ocak 2018 tarihinde Bebek’te yapılan sözlü tarih görüşmesi.
Ahmet Murat’la 16 Ocak 2018 tarihinde Vişnezade’de yapılan sözlü tarih görüşmesi.
Erdoğan Agan’la 12 Mart 2021 tarihinde Balmumcu’da yapılan sözlü tarih görüşmesi.
Rasim Kara’yla 2 Temmuz 2021 tarihinde Tarabya’da yapılan sözlü tarih görüşmesi.
Ayşe Sarısayın’la 2 Temmuz 2021 tarihinde Cihannüma’da yapılan sözlü tarih görüşmesi.
Metin Tekin’le 8 Eylül 2021 tarihinde Balmumcu’da yapılan sözlü tarih görüşmesi.
Turgut Vidinli’yle 14 Eylül 2021 tarihinde Sinanpaşa’da yapılan sözlü tarih görüşmesi.
Zekeriya Alp’le 17 Şubat 2022 tarihinde Maslak’ta yapılan sözlü tarih görüşmesi.
Muratcan Güler ve Sinan Güler’le 18 Nisan 2022 tarihinde Balmumcu’da yapılan sözlü tarih görüşmesi.

Fotoğraflar, Belgeler, Kupürler